Ana içeriğe atla

Seni Seviyorum Saraybosna

Saraybosna’daki, Prag’daki, Ottawa’daki, İzmir’deki, Kastamonu’daki 
veya dünyanın herhangi bir yerindeki köhne bir bahçede 
gün batarken karşılıklı oturup rakı içmek istediğim 
yegane arkadaşım için... Dedem için...


“Ömrümce tanımadığım üvey kardeşimin şehrinde gibiyim Saraybosna’da” diye yazmıştım eve döndüğümde. Saraybosna'nın geçmişten güçlü izler taşıyan gizemli sokakları; modern ve Avrupai görünümlü ışıklı caddeleri; rengarenk ve hareketli dükkanları; daha dün yaşanan akıl almaz drama rağmen cıvıl cıvıl, hayat dolu insanları ve kişide sanki batıya değil de doğuya doğru seyahat etmiş hissi uyandıran Osmanlı yapısı eski şehir merkezi beni hiç beklemediğim biçimde şaşırtmış ve hatta bu kenti yıllarca görmezden gelmiş olduğum için hafif utangaç bir pişmanlığa sürüklemişti.

Saklamaya hiç gerek yok; kentin sokaklarını adımlarken Alice’in keşfettiği harikalar diyarını ben de keşfetmişim gibi mutlu olmuş; hayallerimi ve duygularımı serbest bırakmak için tüm dünya sokakları arasından bu sokakları seçmiş olduğum için kendimi alabildiğine özel hissetmiştim.

Saraybosna, benimdi. Ben sanki Saraybosna’da yaşamıştım ömrüm boyunca. İnsan daha attığı ilk adımda, havaalanında aldığı ilk nefeste böyle hisseder mi? Kaç şehir böylesine sarıp sarmalar insanı? Hiç şüphe yok, evimdeydim orada. Buz gibi Sarajevsko birasını yudumladığım o ahşap renkli loş kafede tüm gençliğimi geçirmişçesine, hem de!


Kente ilk gidişim 2008 yılında Uluslararası Saraybosna Film Festivali’ni takip etmek içindi. Festivalin ana merkezi olan, açılış ve kapanış törenlerine ev sahipliği yapan bina kentin tam merkezinde. Binanın önündeki geniş meydana çadırlar kurulmuş meraklı halka bilgi veriliyor, kimi ürünlerin tanıtımı yapılıyor ve basın mensuplarına internet erişimi sağlanıyordu. Meydandan kent merkezine doğru ilerleyen sokağa girip yaklaşık üç yüz metre yürüdüğünüz zaman da, yanılmıyorsam sağ tarafta, film gösterimlerinin yapıldığı salonla karşılaşıyordunuz. İşte her şey bu üç yüz metrelik alanda olup bitiyordu. Akşam vakti film izlemeye gelen her yaştan insanı gördüğümü ve uzayıp giden o dar sokağa şöyle bir bakıp “Acaba bir festival bir kente bundan daha çok yakışabilir mi?” diye düşündüğümü daha dün gibi anımsıyorum.

Her ne kadar oradaki bulunuş amacım ve görevim festivali takip etmek olsa da kentteki zamanımı karanlık sinema salonlarında harcamaya hiç niyetim yoktu. Bu yabancı ama aynı zamanda benden olan kentin her bir köşesini adım adım tanımak, sunduğu yiyecekleri tatmak, insanlarını gözlemek, kafelerinde oturmak istiyordum. Öyle de yaptım. Bembeyaz tatlı bir soğanın eşlik ettiği,  pide içine saklanmış olarak sunulan Cevapi kebabı ve her Saraybosnalının gurur duyarak yudumladığı enfes Sarajevsko birası, kentte geçirdiğim günler boyunca en yakın dostlarım oldular.


Kentin genel yapısına baktığınızda bir Anadolu şehrinde olduğunuzu sanabilirsiniz. Yoksulluk ve savaşın izleri Saraybosna’yı köhne bir yalnızlığa itmiş, Anadolu kentleriyle benzerliği işte buradan ileri geliyor. Yoksa gözünüzde canlanan tipik bir Anadolu kentinin o bildik "olmamışlığından", yıllardır maruz kaldığı çirkin yapılaşmadan ve zevksizlikten eser yok Saraybosna'da.

Biraz daha yaklaşıp kente ve insanlara daha özel bir çerçeveden bakacak olursanız, Saraybosna'nın, hatta Bosna Hersek'in Avrupalı yüzünü görürsünüz. Nispeten temiz sokaklar; bakımlı, geniş, yemyeşil parklar ve aralarına karışıp kendinizi kolayca güvende hissedebileceğiniz, kurallara uyan bir kentli insan topluluğu…


Savaşın izleri henüz çok taze. Bugünün gençliği, birer çocuktu o ateşli günlerde. O günlerde yaşananlar konuşulmadı, anlatılmadı, hissettirilmedi belki bir çoğuna. Ama bilirsiniz, sessizlik çocukları acıtır en çok! Dünyanın bu en sevimli coğrafyasında çocuklar, yaşıtlarım,  dünyanın en çirkin yüzünü görerek büyüdüler.


Onlarla oturup konuştuğumda anlattıkları, anlatmadıkları, hissettikleri, hissettirmek istemedikleri, dünya görüşleri, ülkelerine bağlılıkları, kin gütmeden çevrelerindeki tüm toplumları derinlemesine analiz edebilme yetileri ve elbette genel kültürleri beni öylesine etkiledi ki, zaman zaman kendi rahatımdan utandım.

Zor zamanlar geçirmişlerdi. Babaları, kardeşleri esir alınmış; belki bir daha geri dönememişlerdi. Srebrenica onlar için uzak bir korku filmi değil, artık geçmişte de kalmış olsa, tüm şiddetiyle yaşanmış kanlı bir gerçeğin ta kendisiydi… Biliyorum ki sokakta gördüğüm, kahvede yan yana oturduğum, sohbet ettiğim herkesin muhakkak bir tanıdığı, bir akrabası, bir arkadaşı vardı o vahşet kasabasında öldürülen... Biliyorum ki bugün Saraybosna’nın dört bir yanını kusursuz bir tablo gibi kuşatan bu yemyeşil dağlardan kurşunlar, toplar, bombalar yağdı abluka altındaki insanlara… Hayal dahi edilemeyecek; hiçbir filmin, hiçbir hatıranın, hiçbir dost sohbetinin, hiçbir romanın aktaramayacağı ölçüde büyük, kanlı, tozlu ve dumanlı bir dehşet yağdı bu kentin insanlarının üzerine bir zaman…

Tüm bu acılar mı genç yaşlı tüm Saraybosnalıları bugün böylesine büyümüş, böylesine olgun kılan? Tüm evlerin duvarlarında görülen irili ufaklı kurşun delikleri; harabeye dönmüş, onarılmadan bekleyen yarı yıkık binalar mı bu insanları böyle güçlü yapan?


Baş Çarşı, eski kent merkezine verilen isim. Parçalı taşlarla örülmüş sokaklarda yürürken, sağlı sollu dizilmiş kafeler ve hediyelik eşya satan dükkanlar göze çarpıyor. Tek katlı Osmanlı yapıları ile kuşatılmış bu sokaklarda gezerken geçmişe dönüyor, bir süre orada kalmak, içinde yaşadığı çağın sıkıntılarına dönmeyi geciktirmek istiyor insan. Kebap kokuları arasında geçip gittiğiniz Baş Çarşı’nın sonunda büyük bir çeşme karşılıyor sizi.

Çeşmenin hemen önündeki caddeden karşıya geçip da yokuş yukarı çıkan dar sokağa girdiğinizde sağlı sollu iki otelle karşılaşıyorsunuz. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Çoban Yıldızı ve Kovaci idi isimleri. Her ikisinde de konakladım. Turistik merkez olan Baş Çarşı’ya bu kadar yakın oluşlarının yanı sıra her ikisi de Boşnak aileler tarafından işletilen temiz ve ekonomik oteller.

Saraybosna'ya ve Bosna Hersek'in diğer kentlerine daha sonra da gittim. Her seferinde insanları ve yaşamlarını daha yakından tanıdım, sevdim. Yemyeşil dağların çevirdiği bu sevimli kentin sakinleriyle pek çok alanda ne denli benzeştiğimizi; kimi konularda ise tıpkı aynı evde büyüyen ama başka bireyler olan iki kardeş gibi nasıl da farklı düştüğümüzü görebilmek, inanın, herkese şiddetle önereceğim büyüleyici bir deneyimdi…


2008 yılında yaptığım o ilk Saraybosna gezisinden sonra eve dönüp aşağıdaki satırları kaleme almışım:

Bu yaralı ve güzel kentin sokaklarında gezinirken seni düşünüyorum Bağdat. Çocuklarını, annelerini, kızlarını düşünüyorum. Burada batan güneşin oradan nasıl göründüğünü, yıllar sonra nasıl görüneceğini, onu seyredenlerin gözlerinin önünden hangi resimlerin geçeceğini… Sizi düşünüyorum Beyrut, Kabil ve Musul; sizi ve olanca yalnızlıklarına inat gülümseyen insanlarınızı…

Ömrümce tanımadığım üvey kardeşimin şehrinde gibiyim Saraybosna’da. O kadar yakın, o kadar farklı… Nehir kıyısındaki kafelerden birinde oturuyorum. Tüm duvarları mermi ve top izleriyle sarılmış bir kentin, içindeki tarifsiz acıyı ustaca gizleyişini izliyorum. Penceresinin hemen altında koca bir delik yokmuşçasına kahkahalar atan kadına bakıyorum. Hayır, dolmuyor gözlerim. Her şey tam karşımda batmakta olan güneş gibi yolunda, diyor, gülümsüyorum…

Babaları esir alınan çocukların yaşadığı tüm kentleri sevdiğim gibi, usulca gözlerinde kaybolarak seviyorum Saraybosna’yı… O çocuklar büyüdükleri zaman konuşmayacaklar hiç, biliyorum. Çünkü gün gelecek, şehrin ve anılarının öte yanındaki bir çamaşır ipine dizecekler paslı, barut kokan sözcüklerini… Ve yine biliyorum ki en güzel söyleyenler, sözcüklerini asmış adamlar ve kadınlardır hep, aşkın sessiz türkülerini…


Elif, örneğin, Bağdat’taki… Hiç vurulmamış gibi dedesi, evindeki top izlerine yuva yapan kuşlara bakıp, aşık olduğu adamı özleyecek… Konuşmayacak… Elif… Bağdat’taki…

H i ç    v u r u l m a m ı ş    g i b i    d e d e s i . . .

Orada olursam o gün, ona Mostarlı bir kızdan ve Nazım’ın dizelerinden bahsedeceğim. Güneşin batışına ve Elif’in parlayan gözlerine bakıp, her şeyin ne kadar da normal olduğunu düşüneceğim…

Gidip onunkilerin yanına, bir bir, bende kalan sözcükleri iliştireceğim…

Özgün,
Mart 2012

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.

Dispanserin Bahçesinden Işıltılı Caddelere

Lise çağımdaydım. Evim Balıkesir’deydi. Ailem, arkadaşlarım, tüm yaşantım orada, o küçük ve sevimli şehrin içindeydi. Sevimli olmasına sevimliydi ama, tüm diğer taşra kentleri gibi Balıkesir de insana dört duvar arasında kalmış hissi veren, sınırlı, kapalı bir yerdi. Sanki hayatın bir fragmanını yaşıyorduk orada, gerçeği kentin duvarlarının ötesinde; İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’deydi. Gürül gürül akıyordu da hayat, biz orada öylece duruyor gibiydik, sanki. Her ayın başında, Şan Sineması’nın hemen karşısındaki gazete bayisine büyük bir heyecan içinde koşmamız bu yüzdendi. Tüm dünya, geçmişin ve geleceğin toplamı hatta, sanki yoğunlaşıp tek bir kara deliğe çökmüş ve o da koca evrende gelip bu büfenin önündeki “Yaysat” sepetine düşmüştü. Sinema, Atlas ve Gezi dergilerinin yeni sayıları gelmişse onları hemen raftan kapar, eğip bükmeden, üzerlerindeki naylona dahi zarar vermeden çantalarımıza atar ve evlerimizin, Underground Cafe’nin, yahut bahçesinde saatlerce oturduğumuz hüküm