Ana içeriğe atla

Hayatı Tersten Yaşamak

Bu yazı sitenin genelinde bulunan gezi yazılarından biraz farklı olacak. Hali hazırda yayımlanmak üzere gezi yazılarımız bulunmasına rağmen bugün bir değişiklik yapmak istedim çünkü bazen filmerlerle de farklı bir boyutta bir geziye çıkıyoruz.

Malibu Plajı, California 2009

İyi filmler sonrasında 20-30 dakika filmin ele aldığı konuyu ve olasılıkları tekrar düşünüyoruz, benim için bir film duygusal olarak canıma okuyorsa, yerimden kalkmamı zorlaştırıyor, ciğerlerimi söküp bırakıyor, derin derin düşündürüyorsa iyi filmdir. Örneğin; Funny Games, The City of Lost Children, Incendie, Un Secret, Irreversible, Cloud Atlas... Bu filmlerin hepsi hayatın olasılıklarını bir şekilde derinden işliyor. Ve bugün bahsi geçen Benjamin Button'ın Tuhaf hikayesi.

Mark Twain`in bir sözü vard "Eğer 80 yaşında doğabilip, kademeli bir şekilde 18 e ulaşabilseydik, hayat sonsuz dercede mutlu geçerdi".


"Life would be infinitely happier if we could only be born at the age of 80 and gradually approach 18" - Mark Twain


Öykünün yazarı F. Scott Fitzgerald`da 1922 de "Benjamin Button`ın Tuhaf Hikayesi" ni kaleme aldığında Mark Twain den esinlenmiş olsa gerek. 

"The Curious Case of Benjamin Button" filminin konusunu okuduğumda ilk aklıma gelen "Hayatı Tersten Yaşamak" adlı hikaye gibi şiiri olmuştu. Sanki senaryonun ve hikayenin yazarları Eric Roth ve Rovin Swicord rakı sofrasında kafa kafaya verip meze eşliğinde Fitzgerald`ın öyküsü üzerine bu eseri okuyup senaryoyu bitirmişler.

Yönetmen David Fincher`ın bu filmini izlediğimde "Fight Club", "Se7en", "The Girl with the Dragon Tattoo",  gibi yine dramatik, ve psikolojik yanı ağır basan filmlerinden farklı olarak, "Amelie" ve "The City of Lost Children" tadında rüyavari bir görsel tarafı olması, zaman ve ömür kavramlarını içermesi bu şiir ile iyice bağdaştırmama sebep oldu.

Filmin en can alıcı sahnelerinden biri aşağıdaki videoda görünen, Daisy`nin olasılıklar üzerine kurulu kaza sahnesi. Can alıcı çünkü hayat aslında gerçekten böyle işliyor, tabi biz bu noktalarla günlük hayatta kafayı yememek için bu noktaları göz ardı ederek daha az beyin gücü isteyen işler ile ilgileniyoruz.



Çok boyutlu ve çok bilinmeyenli hayat denklemini, bol bol "if" ve "while" komutları ile yukarıda birileri çok güzel bir program yazmış. Arada sırada imleç bizi gösteriyor ve biz de rolümüzü oynuyoruz ve başkalarının hayatlarını etkilediğimiz bir döngünün çarklarından biri oluveriyoruz. 

Aslında zaten o kadar fazla sayıda çarkın birer dişlisiyiz ki... Lakin o çarklar biz olmasakda dönecek, bu yüzden sadece sömürülebildiğimiz sürece değerliyiz, ve gençleşerek ya da yaşlanarak da yaşasak sonu aynı son. Ölüm.



Bir kaç ay önce mutfak eşyaları için alışveriş yaptığımız bir mağazada kasada sorun çıktı ve tüm paketlenen seramik/cam malzemeler açılıp barkodlar tekrar okutuldu ve başka bir kasaya taşınıp paketlendi. Evde paketleri açarken eşantiyon gibi bir de tek taş pırlanta yüzük çıktı içinden ve ertesi gün tatile çıkmak için hazırlanmayı bırakıp mağazaya geri döndüm fakat haftasonu olduğu için erken kapanmıştı.


Yüzük mutfak çekmecesinde 10 gün kadar beklemek durumda kaldı, tatilden geri döndüğümüzde yüzüğü geri götürdüm ve o gün bizim eşyalarımızı paketleyen kızı buldum, parmağında kaybolana çok benzeyen bir yüzük vardı, içimden başka bir çalışanın yüzüğünü kaybettiüini  düşündüm.

"Çalışanlarınızdan biri yüzük kaybetti mi?" diye sorduğumda, heyecan ile karışık ağlamaya başladı, "ağlama yüzük bende, bak elimde" diye gösterdiğimde yanıma gelerek bana sarıldı, her yere baktığını, musluk borularıni söktürdüğünü ama bulamadığını, ve sonrasında nişanlısı ile yaşadıklarından bahsetti.

Yüzüğü kaybettiği için nişanlısı ile arası bozulmuş, babası aynı yüzükten bularak bir tane daha almış. Eğer ilk alışveriş yaptığımız gün kasadaki POS makinası bozuk olmasaydı, paketlenmiş seramik, cam eşyalar teker teker açılıp tekrar sayılıp, tekrar paketlenmek zorunda kalmasaydı, poşetlere konup bir başka çalışanın kasasına taşınmasaydı, mağazaya geri gittğimde açık olsaydi ve biz ertesi günü tatile gidiyor olmasaydık, o kasiyer için her şey çok daha farklı gelişecekti.

Bazen mucizeler için iki kişi gerekir.  Biri gıdıklar biri güler - gülmez, bilinmez.


Los Angeles Hayvanat Bahçesi, fotoğraf hayvansever sevgilim N.`nin.  Beni sevmesinin bir sebebinin de içindeki bu hayvan sevgisi olduğunu düşünüyorum bazen.

- Hayatı tersten yaşamak - **

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir.

Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu...
Nasıl mı ?

Camide, musalla taşında uyanıyorsunuz. bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.

Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.

Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.

Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.

Ne güzel, hazır maaş, hazır ev…

Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.

Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.

Genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan…

Vücudunuzda da bazı hoşa giden dirilişler de başlıyor.

Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.

Diğer hormonsal aktiviteler artıyor, fevkalade… Aman ne güzel günler başlıyor…

Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.

Bu arada babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın” diyor “artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun…” keyfe bakar mısınız?

Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.

Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.

Derken, anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık…

Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar “evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar.

Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.

Bir gün karanlık fakat güvenli ve ılık bir ortama giriyorsunuz.

Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok; bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda döne döne yaşıyorsunuz.

Sonra küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz ve günün birinde müthiş keyifli bir olay ile hayatınız, BİTİYOR...



** "Hayatı Tersten Yaşamak" başlıklı bu yazı pek çok internet sitesinde ve sosyal paylaşım ortamlarında Can Yücel imzasıyla yer alıyor. Bu cümlelerin Yücel'e ait olmadığı aşikar olsa da, yazımızın içeriği ile örtüşmesinden dolayı bu alıntıyı yaptık. 



S.Gun,
Aralık 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.

Dispanserin Bahçesinden Işıltılı Caddelere

Lise çağımdaydım. Evim Balıkesir’deydi. Ailem, arkadaşlarım, tüm yaşantım orada, o küçük ve sevimli şehrin içindeydi. Sevimli olmasına sevimliydi ama, tüm diğer taşra kentleri gibi Balıkesir de insana dört duvar arasında kalmış hissi veren, sınırlı, kapalı bir yerdi. Sanki hayatın bir fragmanını yaşıyorduk orada, gerçeği kentin duvarlarının ötesinde; İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’deydi. Gürül gürül akıyordu da hayat, biz orada öylece duruyor gibiydik, sanki. Her ayın başında, Şan Sineması’nın hemen karşısındaki gazete bayisine büyük bir heyecan içinde koşmamız bu yüzdendi. Tüm dünya, geçmişin ve geleceğin toplamı hatta, sanki yoğunlaşıp tek bir kara deliğe çökmüş ve o da koca evrende gelip bu büfenin önündeki “Yaysat” sepetine düşmüştü. Sinema, Atlas ve Gezi dergilerinin yeni sayıları gelmişse onları hemen raftan kapar, eğip bükmeden, üzerlerindeki naylona dahi zarar vermeden çantalarımıza atar ve evlerimizin, Underground Cafe’nin, yahut bahçesinde saatlerce oturduğumuz hüküm