Ana içeriğe atla

Amazon'da Bir Hafta



Yıllardır hayalini kurduğumuz 'Amazon Ormanları'nda bir serüven yaşayabilmek için sonunda yağmur ormanlarının yarısından fazlasına ev sahipliği yapan Brezilya'ya gidebildik. Yeryüzünün bu en büyük ormanının bir yarısı Brezilya'da diğer yarısı ise komşu 8 ülke Peru, Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Bolivya, Guyana, Surinam ve Fransız Guyanası arasında paylaşılıyor.

Brezilya'nın 26 eyaletinden en büyüğü olan 'Amazonas'a doğru Montreal'den yola koyulduk, Miami`de aktarma ile birlikte 21 saat süren yolculuk sonrasında eyaletin başkenti 'Manaus' un Eduardo Gomes havalanına uçağımız öğlen vakti iniş yaptı. 

Hava aşırı sıcak bir o kadar da nemli, -25 C santigrat derecelik Montreal soğuğunu hemen unutturdu. Klimasız bir mekan ya da taşıta çok nadir rastladık.


Amazonas, 1.570.947 km² ile Türkiye`nin iki katı büyüklüğünde ve Venezuela, Kolombiya, Peru ülkelerine de komşu. Eyaletin %98`i yağmur ormanları ile kaplı. 

Başkent 'Manaus' eski ismiyle 'Lugar de Barra do Rio Negro'ya ise sadece hava yolu veya akarsular üzerinden teknelerle ulaşılabiliyor. 2,3 milyonluk nüfusu ile Manaus, Negro ile Solimões nehirlerinin birleştiği bölgede, ormanın orta yerinde izole bir yaşam sürüyor.


Manaus'taki şehir turumuzun ertesi günü, Amazon'u keşfetmek için, 25 yıl tecrübeli rehberimiz bay Koni ile şafak sökerken buluştuk. Koni bunca yıl içinde National Geographic belgesellerinden hatırlayacağınız Steve Irwin ve futbolcu David Beckham gibi bir çok ünlüye de rehberlik etmiş, Amazon`da yetişmiş, deneyimli ve espirili biri.



Sevgilim N. ve Brezilya'da yaşayan Kanadalı dostumuz bayan C.L.B ile birlikte, Manaus limanından teknemize bindik. İlk durağımız, ismi suların buluştuğu yer anlamına gelen 20 dakika uzaklıktaki 'Encontro das Aguas'. Burada siyah çay rengindeki Rio Negro ve sütlü kahve rengindeki Solimões sularının aralarındaki yüksek asit oranı farkından dolayı karışmadığına ve net bir şekilde ayrık durduğuna şahitlik ettik.

Sonrasında nehrin ortasına kurulmuş, özgür nehir yunusları ile yüzebildiğimiz bir platformda durakladık. Tiny Tunes çizgi filmlerinden aklımda kalan "Elmyra" karekterinden dolayı aynı lakabı taktığım sevgilim N. tabiki hiç çekinmeden yunusların yanında yerini aldı. Bense aynı suda bulundu
ğunu bildiığim timsah, anakonda, elektrikli yılan balığı, pirana ve diğer yırtıcı balıklar nedeniyle suya girmekte daha çekingen davrandım.


Öğleden sonra, nehrin kıyısında ilkel kabile hayatı süren bir Amazon köyündeydik. Memeleri açıktaki kadınların, yarı çıplak erkeklerin ve çocukların katıldıkları; avcılık tekniklerini ve yaşam kültürlerini sergiledikleri otantik dansı izlerken, kendimizi zaman tünelinden geçmiş gibi hissettik.

Bambu kamışından yapılmış pan flüte benzer üflemeli çalgıları ve yalın ayaklarına taktıkları kuru sebzelerden yapılmış çıngırakların melodisinde hep birlikte tepinerek dans ettik.

Bu doğal ortamdan ve insanlardan öylesine etkilendim ki, çarpıcı bir 'hatıra eşyası' edinmek istedim. Meraklı ziyaretçilere satmaya çalıştıkları hediyelik eşyalardan biri yerine, halen yaşamlarında kullandıkları bir nesne aranırken, köşedeki bambu boru ilişti gözüme...


Bir metreden biraz büyük ve adına 'Zarabatana' denilen bu boru, avlanmak için üfleyerek ok atmaya yarıyor. Zarabatananın arkası tüylü, bambudan yapılan iğneleri curare bitkisinden elde edilen felç edici bir zehire bulanıp kullanılıyor.

80 Brezilya realine satın alıp; narin iğnelerini de kırılmaması için borunun içine bir güzel yerleştirip yola devam ettik. Havalimanlarında, baston haricindeki sopaların uçağa alınmama talimatnamesini, "bambu" ve "süs eşyası" cevaplarıyla atlatmayı başardık

Gezi dönüşünde, dostlarla evde muhabbet ederken, muzip arkadaşlarımızdan bay E., zarabatananın içine oklardan birini yerleştirip denemeye kalkıştı; "hocam o süs!" demeye kalmadan, bir nefeste üflemesiyle; zıpkın gibi fırlayan okun, kanepenin kılıfını delerek döşemeye saplanması bir oldu. Süs eşyası görünümlü zarabatana bir anda uzun namlulu bir ok atara dönüşmüştü.

Böylece, hatıra eşyamız zarabatananın da bizde bir hatırası olmuş oldu...

Bu olaydan hemen sonra, okun ucuna sürülen curare bitkisini araştırınca, şöyle bir tanımla karşılaştım:

Curare (kürar): Güney Amerika yerlilerinin oklarına sürdükleri bitkisel zehir. Alkaloit madde içeren ve sinir uçlarında impuls iletimini engelleyerek felçlere sebep olan bir nörotoksin; öyle ki küçük oklarla vurulan canlı her şeyi hisseder ama herhangi bir refleks gösteremez.

Bu köyden ayrılırken aklımızda kalan anılardan biri de kabiledeki sevimli ve zeki kız çocuğu Yara'nın, çektiğimiz fotoğrafları incelerken dokunmatik ekranı kullanarak zoom yapmayı, açma-kapamayı çok iyi beceriyor olmasıydı.

Kabiledeki dostlarımızdan ayrılmamızın ardından küçük bir tekneye geçtik. Sırt çantalarımızı da teknenin tepesine bağladık. Amazon nehrinde geçen 2 saatlik yolculuktan sonra, yeni bir limana vard
ık.

Kıyıda, nehir suyuyla yıkanmakta olan ve külüstür diyebileceğimiz, Kombi”, olarak anılan, 60'larda hippilerin vazgeçilmez tutkusu Volkswagen Type2 minibüslerden biri bizi bekliyordu. 

8 kişilik Kombi'nin arka bölümüne eşyalarımızı yerleştirdik ve yola koyulduk. Ormanlık alanın dar ve engebeli yollarında, bazen de göletlere bata çıka ilerledik.

Rehberimiz Koni dışarıdaki rodeo sahasını göstererek; rodeonun Brezilya'da çok ilgi gören bir spor olduğunu, Kanada'nın Calgary kentindeki rodeo oyunlarına kendisi gibi her yıl Brezilya'dan bir çok rodeocunun katıldığını anlattı.


Ormanın derinliklerinde 2 saat süren yolculuğun ardından, karanlık çökerken yeni bir limana vardık. Bundan böyle yolumuza bir sal ile devam edeceğiz; arkasında küçük bir motoru bulunan ve içine dolan suları maşrapalarla boşalttığımız bir sal...


Rehberimiz yolculuk sırasında ormanda bir çok "kobra" görebileceğimizden ve dikkat etmemiz gerektiğinden bahsetti. Kobra mı! Oysa ki iklim ve koşullar kobra için pek de uygin değil, nasıl oluyor bu durum diye sorgularken, kobra kelimesinin portekizcede "yılan" anlamına geldiğini öğrendik. Örneğin "Cobra Grande"; anakondaya verilen ad.


Bir saat boyunca zifiri karanlıkta kafa lambalarımızla önümüzü aydınlatmaya çalışarak, göremediğimiz onlarca hayvanın sesleri arasında, konaklayacağımız orman köyüne vardık.


Artık başımızı sokacak tahta bir barakamız var; duvarlarında yer yer delikler de olsa, kapı ve pencere olarak zımbalanmış telden sineklikler, büyük bo
öceklerin içeri girmesini engelleyecek gibi duruyor.

Odamızdaki minderleri birleştirerek yaptığımız yatağımızın üzerine cibinliğimizi de kurarak savunma hattımızı güçlendirdik. Seyahate çıkmadan, son dakikada 'Mountain Equipment Co-operative' mağazasından aldığımız bu sineklik yanımızda bulundurduğumuz en değerli ekipmanlardan biri oldu..

Geceyarısı tuvalete kalkmak hiç akıl karı değil, yerde neler olabilceği hangi tür haşerelerin yanlışlıkla üzerine basılabileceği konusuna girmiyorum. Küçük odamızın içindeki mini banyo-tuvalette şimdilik nadiren vıraklayan, kendini yalnız hisseden depresif bir kurbağamız var.

Güneş doğarken, ürkütücü bir hayvan ulumasıyla uyandık. Uluması 3.8 km²'lik alandan rahatlıkla duyulabilen, 'howler monkey' cinsindeki bu maymunun bağırışları ile her gün karşılaşacağız...

Maymunun yaygarası, cırcır böcekleri ve kuşların cıvıltısındaki yemyeşil doğada, yumurta, krep, karpuz, mango ve tapyoka ile tropikal kahvaltımızı yaptık.



(Tapyoka: Tropikal manyok bitkisinin kökünden çıkarılan nişasta, puding)

Kahvaltıda rehberimiz Koni, insanların doğaya karşı olan saygısızlıklarını anlatırken, mitolojik bir efsaneden söz etti:

Amazon ormanlarının 'curipira' adında bir ruhu olduğunu; doğayı katledenlerin başlarına her türlü belayı getirdiğini, doğaya saygılı insanları ise koruduğunu anlattı. Örneğin, yavrularını kollayan bir hayvanı öldüren avcının ya da gereksiniminden fazla avlananların başına kötü şeyler gelmesinin de bu yüzden olduğuna inanıldığını anlattı.

250.000 nüfuslu Brezilya`da bugün 240 civarında kabile yaşıyor ve 170 farklı dil konuşuluyor.


Bilge rehberimiz Koni de yerli bir kabilenin üyesi; hayvan seslerini ve izlerini ayırt etmesi bir yana, bıraktıkları kokulardan dahi tanıyabiliyordu. Koni'nin kartal gibi de gözleri vardı; yeryüzündeki bitki çeşitlerinin üçte ikisinin bulunduğu bu koca ormanda, metrelerce uzaktaki yemyeşil bir bukalemunu eliyle koymuş gibi gösteriyordu; oysa ki biz dürbünle ve zoom lensle zor görebiliyorduk...



Bu seferki taşıtımız acemice maviye boyanmış küçük bir bottu. Motor pat patlarının papağanları ürküttüğü kısa yolculuğumuzun ardından, hiking yapmak için tekrar karaya çıktık.

Bu ilk yürüyüşümüz için sırt çantamız, "ya ihtiyacımız olursa" sorusuna cevaben bir çok araç gere
ç ile dolu: sürüngen ısırığına karşı zehiri emen şırınga, bıçaklar, ilk yardım çantası, 3 litre su, güneş kremi, sinek spreyi, ıslak mendil, tuvalet kağıdı ve teri önlemek için gerekli bandanamızla, tam tekmil hazır durumdayız. Fotoğraf makinaları, lensler ve tripod da cabası...

Üstümüzdeki turist kokusu çok mu belliydi acaba?! Çünkü rehber Koni'de ne gözlük, ne de bere, sadece elinde keskin pala, bir de şu şişesi vardı. İlerleyen günlerde biz de su ve bıçak dışında çok daha küçük çantalarla devam ettik.

Yürüyüşümüz esnasında, etrafımızdaki ağaç ve bitkilerin hangi hastalıklara şifa verdiğini öğrenirken, bazılarının da tadına baktık. Yabani cevizlerin içinden çıkardığımız beyaz kurtçukları protein depolamak için yemek ilginç bir deneyimdi.



Ağaçlardaki taze tırmık izleri, jaguarların buralarda cirit attığını gösteriyor. Korkmaya gerek olmadığını, çünkü jaguarların 50 km² lik bir alanda gezindiklerini ve genel olarak kendilerini tehlikede hissetmedikleri sürece insanlara saldırmadıklarını öğrendik.

Sinek savar görevi yapan karıncalarla tanıştığımıza sevindik, çünkü sıcak hava, nem, güneş kremi, sinek ilacı ve ter vücudunuzda birleşince inanılmaz rahatsız edici, alerjik reaksiyona yol açan bir hal alıyor. Karıncaları kollarınıza sürmeniz ise doğal sinek savar görevi görüyor.

Ağaçların yaprakları ve dalları o kadar yoğundu ki, zemin çok az güneş alıyordu, fakat hava aşırı derecede nemli ve sıcaktı; rutubetten yapış, yapış olduk.



Yüyüyüş yolumunuzun üzerinde bir çok hayvan yuvasını inceledik. Tarantulaları yuvalarından çıkartmak pek de zor değil; ağaç köklerine oydukları yuvalarının ağzına hafifçe vurduğunuzda, harekete aşırı duyarlı olduklarından hemen dışarı çıkıyorlar.

Boyları 12-25 cm arasında değişebilen tarantulaların çoğu insanlar için pek tehlike arz etmiyor. Bizim ilk karşılaştığımız türü 'kara tüylü tarantula' oldu,;çok hızlı hareket eden bu cinsin gölgede flash kullanıp dengesini bozmamak için fotoğraflamak oldukça zordu. (Yanımıza Macro bir lens almadığımıza çok pişman oldum).

Yine ağaçların tepesinde dolaşan 'sincap maymunu'nu ve 'uluyan maymun'u, yaprakların izin vermemesinden dolayı net bir kareye alamadık...


6 saatlik trekking sonrasında kamp alanımıza geri döndük. Topladığımız limonlarla, geleneksel Brezilya kokteyli 'caiprinha' yı hazırlamak bana düştü; Brezilya romu, limon ve şeker...

Yorgunluğumuzu atmak için hamaklarda biraz da siesta... Dinlenmek gerek, çünkü güneş batarken yine sal ile çıkıp 'caiman cinsi timsah' larla haşır neşir olacağız.

Karanlıkta, sazlıkların arasındaki timsahlara ışık tuttuğunuzda, altın rengi gözlerindeki öfkeli parıltıyı görünce, Amazon'un ne derece tehlikeli olabileceğinin farkına varıp, ürperiyorsunuz.

Gece kanomuza bir 'caiman' alabilmek için usul usul gitmekteyken, Koni teknenin baş kısmına yüzü koyun uzandı ve bir kaç dakika sonra, 1 metrelik yavru bir timsahı boynunun arkasındaki plakalardan yakalayarak, hızlıca tekneye çekti.



2-3 yaşlarındaki dişi timsahı yakından inceleme ve sevme fırsatımız oldu. Uzun, konik kuyruğunu bir sağa, bir sola oynatıyor dengemizi bozmaya çalışıyordu. Yüksek lümen kafa lambalarımızla gözlemlerken; ön ayaklarında 5, arka ayaklarında perdeli 4 pençe olduğunu farkettim. Kemikleşmiş ve dikenli sırtı çok sert, göbeği ise kurbağa karnı gibi yumuşaktı. Sivri dişleri, ağzı kapalıyken bile tehlikeli görünüyordu...

Henüz genç olsa da, 3 tonluk sıkıştırma gücüne sahip çene kasları ile bu dişi caiman çok canlar yakabilir. 15-20 dakika sonra caiman'ı Amazon'un serin sularına geri bırakıp, bir sonraki günün planlarını yaparak, odamıza doğru yola koyulduk.

Yazının birinci bölümü >> Manaus


S.Gun 

Şubat, 2015

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.

Dispanserin Bahçesinden Işıltılı Caddelere

Lise çağımdaydım. Evim Balıkesir’deydi. Ailem, arkadaşlarım, tüm yaşantım orada, o küçük ve sevimli şehrin içindeydi. Sevimli olmasına sevimliydi ama, tüm diğer taşra kentleri gibi Balıkesir de insana dört duvar arasında kalmış hissi veren, sınırlı, kapalı bir yerdi. Sanki hayatın bir fragmanını yaşıyorduk orada, gerçeği kentin duvarlarının ötesinde; İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’deydi. Gürül gürül akıyordu da hayat, biz orada öylece duruyor gibiydik, sanki. Her ayın başında, Şan Sineması’nın hemen karşısındaki gazete bayisine büyük bir heyecan içinde koşmamız bu yüzdendi. Tüm dünya, geçmişin ve geleceğin toplamı hatta, sanki yoğunlaşıp tek bir kara deliğe çökmüş ve o da koca evrende gelip bu büfenin önündeki “Yaysat” sepetine düşmüştü. Sinema, Atlas ve Gezi dergilerinin yeni sayıları gelmişse onları hemen raftan kapar, eğip bükmeden, üzerlerindeki naylona dahi zarar vermeden çantalarımıza atar ve evlerimizin, Underground Cafe’nin, yahut bahçesinde saatlerce oturduğumuz hüküm