Ana içeriğe atla

1 Çorapla 3 Kuş

Dün yağmur hiç durmadı desem yeridir. Hava aşağı yukarı 2 derece falan. Toronto’da sular seller gibi yağmurlar gördüm ama onlar da 1, taş çatlasa 2 saat, hadi taş moleküllerine ayrıldı 3 saat sürdüler. Dün sanki çiseliyordan bir tık ayar fazla yağıyordu gibi, ama hiç durmadı be kardeşim!


Çalışmaya çıkmam gerek. Bileniniz vardır, bilmeyeniniz de...geçen yazın ortasından beri yan iş olarak Über için bisiklete biniyor ve yemek dağıtıyorum. Kafam bir hayli rahat. Ne para al ver, ne de bir iş arkadaşının entrikası otu boku, senden az çalıştı aynı parayı aldı derdi var. Ayrıca kendi başıma olmayı, sadece kendimle olmayı seviyorum. Değişik hava şartlarında dışarıda, 4-5 saat eve giremeden bisiklete binmek ve buna başlamadan önce havayı iyi koklayıp buna hazırlanmak işin belki de en zor ama keyifli tarafı. Havayı koklama konusunda bir uzman oldum diyebilirim.


Ben size diyeyim, yazın sıcak havalarda, güneşin alnında bisiklete binmek gerçekten çok daha öldürücü olabiliyor. İnsan hakikaten geberiyor. Ondan sonraki en zorlu hava şartı ise soğuk hava ve uzun yağan yağmur kombinasyonu. Hadi onun için de gittim yeni bir yağmurluk ceket ve bir tür çabuk kuruyan malzemeden yapılmış, eşofmanın üstüne (kışın karlı havalarda da) giydiğim bir pantolon aldım. Bunun gibi baya ekonomik çözümlerle güzel güzel idare ediyoruz. Ha tabi bir de trafikteki egzoz dumanları var ki, Toronto'da Türkiye’deki hiçbir şehirin hava pisliği olmamasına rağmen gene de burnunuza burnunuza giriyor ve içimden hep "ulan, enerji kaynağı olarak benzin yakılması ne kadar da aptalca birşey" dedirtiyor. Herşeye rağmen yağmurda soğukta ıslanmak, burnunuza egzoz dumanı girmesinden çok daha iyidir, a dostlar.



Neyse düne gelelim, evden çıkacağım. Hazırlanırken içime içlik giymek yerine içliği arkama çantaya atmaya karar verdim. Ayrıca 3 çeşit eldivenim var, biri en kalın kışlık, diğeri daha çekilir havalar için ince polar, bir diğeri de dalgıç kıyafeti malzemesinden yapılmış (bana yağmur için diye satmışlardı) ince bir eldiven var. Bir kalın eşofman üstüne, o ince çabuk kuruyan pantalonumu giydim. Yağmurluk çok ince olduğu için gri kapşonlu svetşörtümü tişörtümün üstüne giyip yarının altına kadar fermuarı çektim, üstüne de boyun kısmı V şeklinde açık yakası dik duran yün, Noel kazağı gibi bir kazak (ünlüdür o kazağı arkadaşlar bilir:) üzerine de yağmurluğumu giydim. Altıma da CAT marka iş botu dedikleri türden, su geçirmiyor diye bana satılan (ama o kadar uzun ıslandıktan sonra o bile su geçirdi) botlarımı giydim.


Çalışmaya genelde 16:30 - 17:00 sularında başlarım, akşam 22:00 civarında da bitiririm. Dün evden 15:30 gibi çıktım çünkü önden bir oy vermek istedim o sırada da yağmur yağıyordu, sabah ilk uyandığımda da aynı şekilde. Hiç durmadı yani. Neyse tam saat 17:00’de başladım. Bir 2.5 saat üst tarafım okeydi. Alt kısmımda azcık ıslanma hissetmeye başladım ama üşümüyordum. Ne kadar su geçiriyor diye test etmek amaçlı en kalın eldivenlerimi giymiştim, ellerim üşümüyordu ama o kadar ıslanmışlardı ki takıp çıkarması bir hayli zor olmuştu. O yüzden tekrardan, birkaç kez kullanıp da memnun kalmadığım dalgıç kıyafeti malzemesinden ince eldivenleri taktım. Ayaklarımda da hissediyordum bir nem. Ama üşümediğim için devam etmeye karar verdim. 

Bir de benim için bir iş tatmini hissi var ki onu da sağlamak için olan birşeylerin üzerine benim kendimi zorlamazsam elde etmeyeceğim bir hissiyattır. O yüzden durmak yok yola devam! dedim :) Ama ne oldu? 1 sipariş, ve ondan sonra 1 tane daha...götürüp bıraktıktan sonra ve toplamda 3 saatin sonunda kendimi şehir merkezinin ortasında artık bu kadar ıslanmanın yettiğine karar verirken buldum. Düşündüm düşündüm, ‘’ne yapmak istiyorum?’’ Dedim ki ‘’sikerler, ben bu eldivenleri artık geri vericem...zaten bunu bana satan doğa malzemesi satan dükkana da yakınım, hem de orada biraz dinlenirim, kururum.’’

Girdim dükkana, içimde bir dinginlik hissi. Çalışmayı bitirmişim, kendimi zorlamışım ve sonunda başımı bir yere sokmuşum. Hemen satılan şeylerin geri verildiği tezgaha yöneldim ve anlattım; ‘’bu eldiveni bana burada yağmur şartları için sattılar ama bir işe yaramıyor’’ çok da iyi mağazadır MEC, hiç birşey demesen bile alıyorlar geri, ondan pek severiz. 56$ geriye aldım ve o eldivenlerden kurtuldum, sonra yürümeye devam ettim. Sonuçta hala ıslağım, karşıma bir mağaza çalışanı çıktı. ‘’HAVARYU?’’ dedi. Ben dedim ‘’Ayem vet’’. ‘’Kahkahkah kihkihkih…’’ güldük ettik. Gene o, dedi; ‘’Bugün bir çok kişi bu tükana ıslak qirdi’’, ‘’Normal brocum dedim, normal, ben de şu full naylon pantolonlara bakıyordum’’...diye lafa gelişine vole vurdum. Okey mokey bakıyoruz falan ama ben o pantolonlara belki 3-4 defa bakmışım zaten önceden, ama her seferinde nefret etmişim, baya bir sevmiyorum falan…’’ama!’’ Dedim ‘’bunların içinde de çok terleriz biz...ondan pek gözüm tutmadı bu pantolonları ne yalan söyliyim...o yüzden ben biraz oturup düşünücem şurada köşede…’’

O da satıcı ya, "o zaman ben size bi midyım bide smol vereyim siz deneyin" dedi. "Taaam" dedim "taam ver". Girdim kabine. Oturdum. Dükkanın kapanacağı saat olan 21:00’e tam 40 dakika var. Bir 10 dakika hiç birşey yapmadım. Öyle oturdum yani. Bu da benim meditasyonum aga. Yavaş yavaş pantolonumu çıkardım, çıkmıyor meret ıslanmaktan yapışmış bacaklarıma. Botlar da keza öyle, herşey birbirine yapışmış. Neyse eşofmanla pantolonu ayırdım. Çorapları bir kenara koydum. Ayaklarım çıplak, bir de nemli, yerlere basmayı hiç sevmem umumi yerlerde...en azından dedim topuklar değsin. Düşünüyorum eşyalar ıslak, yani tekrar bunları böyle giymek istemiyorum, naaabıcam ben? Ama ilk önce boxerımı çıkarıp içliğimi giydim (kuru), üstüne de boxerı (hafif yaş) geçirdim tekrardan. Üstüm iyi de...Genelinde iğrenç bir his ıslak şeylerle tekrardan yağmura çıkmak... Vücut ısım da düşmüş. 

Adamın verdiği full naylon pantolonlardan bir tanesini geçirdim ve kabinden dışarıya çıktım. Bekledim bi 50 saniye falan, adam uzaklardan bir yerden geldi (aslında beni unutmuştu). Sordum bunu böyle çıkarmasam üstümdeyken ödesek diye, "Olmaz bacağını kasaya koyman gerekir, o da pek hoş olmaz" dedi. ‘’Doğru dedin aga’’ dedim. Okey, o zaman çıkardım pantolonu (o da zaten 55$ civarlarındaydı) ve düşünmeye başladım… "Şu an beni en çok ne mutlu eder?". Baktım üst ince pantolon kurumuş bile, allah razı olsun e o zaman içlikle birlikte burası tamam dedim. O zaman "Beni mutlu edecek olan şey LANET OLASI GÜZEL YENİ KURU BİR ÇORAP DOSTUM!!!" diye HAYKIRDIM LANET OLASI.


Yerlere çıplak ayakla basmamak için yaş çorapları, altımdaki içlik ve boxerın altına giyip kabinden çıktım ve evdeymişim gibi dolaşmaya başladım :) Adamı görünce tek dediğim şey şu oldu kendimden emin bir halde (ki bu emin hallerim en sevdiğim hallerimdir, tersi de en sevmediğim): "BANA BİR ÇORAP!!!". Adam sordu "BİSİKLETÇİ ÇORABI MI???". Ben içimden, "LANET OLASI BİR ÇORAP İŞTE, NE FARK EDER YA?!" dedim ama dışımdan, kibirli bir şekilde "Herhangi bir çorap bayım" diye seslendim. Gri, sert yapıda, yünlü ama batmayan, bilekten fazla yüksek olmayan, lastiği bacağı sıkmayan (şu an yazarken ayağımda… öyle sevdim çorabı).. "Evet bu" dedim "BU!!!". Aldım çorabı kasaya gittim ödedim ve giydim. Botlar da dahil sanki herşey bir çorapla o ana dek hiç ıslanmamış gibiydi. Üstüne de para vermişlerdi. Allahım, ne kadar EPİK bir andı benim için... Sanki herşey tek bir çorapla çözülmüştü. 

Evet, olayın görünen kısmı buydu ama aslında değildi, aslına bakarsak bu zafer mükemmelce tasarlanan ve uzun planlamaların bir ürünüydü ama sadece görünen kısmı bu lanet olası çoraptı. Bir günü de böyle zaferle ve tatminkar olarak tamamladım. Okuduğunuz için size ve çoraba teşekkürlerimi sunuyorum.

Mustafa Ünsal,
Mart 2017

Bütün fotoğraflar Mustafa Ünsal'a aittir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Dispanserin Bahçesinden Işıltılı Caddelere

Lise çağımdaydım. Evim Balıkesir’deydi. Ailem, arkadaşlarım, tüm yaşantım orada, o küçük ve sevimli şehrin içindeydi. Sevimli olmasına sevimliydi ama, tüm diğer taşra kentleri gibi Balıkesir de insana dört duvar arasında kalmış hissi veren, sınırlı, kapalı bir yerdi. Sanki hayatın bir fragmanını yaşıyorduk orada, gerçeği kentin duvarlarının ötesinde; İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’deydi. Gürül gürül akıyordu da hayat, biz orada öylece duruyor gibiydik, sanki. Her ayın başında, Şan Sineması’nın hemen karşısındaki gazete bayisine büyük bir heyecan içinde koşmamız bu yüzdendi. Tüm dünya, geçmişin ve geleceğin toplamı hatta, sanki yoğunlaşıp tek bir kara deliğe çökmüş ve o da koca evrende gelip bu büfenin önündeki “Yaysat” sepetine düşmüştü. Sinema, Atlas ve Gezi dergilerinin yeni sayıları gelmişse onları hemen raftan kapar, eğip bükmeden, üzerlerindeki naylona dahi zarar vermeden çantalarımıza atar ve evlerimizin, Underground Cafe’nin, yahut bahçesinde saatlerce oturduğumuz hüküm

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.