Ana içeriğe atla

Havana: Che Guevara'nın Günlüğünde Nazım Hikmet

Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarım kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Nazım Hikmet

Che'nin 6 Temmuz 1956`da, Küba devrimi öncesinde, Mexico City`de Fidel Castro ve 28 yoldaşı ile birlikte tutuklu kaldığı zaman diliminde, günlüğüne (Eylül 55 te evlendiği eşi Hilda Gadea`ya) yazdığı pargarafta, N.Hikmet`in de eşi Piraye'ye ithafen yazdığı “Karıma Mektup” şiirinde hissettiklerine benzer duyguları paylaştığı satırlar:

"If for any reason, which I do not expect, I can no longer write and I have lost my mind, please consider these lines as a farewell not a very eloquent one, but a sincere one. All through my life I have been stumbling along the road in a search for my truth, and now, with my daughter to carry on after me. I have come full circle. From now on, I would hardly consider my death more than a frustration like Hikmet: "I will take to my grave / only the sorrow of an unfinished song."

"Eğer herhangi bir nedenle artık yazamaz hale gelir ve aklımı yitirirsem -ki böyle bir şeyin olmasını beklemiyorum- lütfen bu satırları dokunaklı değil, içten bir veda olarak kabul et. Tüm yaşamım süresince, doğruyu aradığım yolda tökezleyerek ilerledim, şimdiyse, benden sonra bu yolculuğü sürdürecek kızımla birlikte ilerliyorum. Tam bir döngüyü tamamladım. Bundan böyle, tıpkı Hikmet'in yaptığı gibi, kendi ölümümü rahatsız edici bir olgudan daha fazlası olarak görmeyeceğim: "Ve yalnız / yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim"

19 yaşımda, Paco Ignacio Taibo`nun İngilizceye Martin Michael Roberts tarafından çevrilmiş kitabı Guevara Also Known As CHE'nin 71. sayfasında yer alan yukarıdaki paragrafı okuduğumda, “Bir dakika, Che`nin Hikmet diye bahsettiği Nazım Hikmet mi?" diye sorgulayıp oldukça şaşırmıştım. (Türkçe'ye de Nam-ı Diğer Che ismiyle çevrilmiş.)

Bu konudaki ikinci şaşkınlığımı ise Ernesto Che'nin Havana Körfezi'ne tam karşıdan bakan Casablanca bölgesinin tepesinde yer alan, 20 metre yüksekliğindeki İsa heykelinin yanı başındaki bahçeli evinin girişinde yaşadım. Girişteki duvarda, Ernesto Che imzalı olarak kitaptaki paragrafın son cümlesi asılıydı.

 Casablanca, Havana -  S.Gun 2013
2013 - 2. Havana Çıkarması

Mösyö D. ile iki ay öncesinden hayal ettiğimiz gibi sözümüze sadık kalıp 1 Mayıs coşkusunu yerinde yaşamak için kolları sıvadık, fiyat / performans bakımından en uygun bileti itravel2000 sitesinde bulup aldık. Montreal`de Nisan sonunda  hava 11 santigrat dereceydi, uçakla 3.5 saatte  32 santigrat derecelik Varedero`ya  geçtik. 

İki gün boyunca Varadero'da kaldık. Güneş, deniz, bol romlu sınırsız içecekler eşliğinde kumsalda Ferhan Şensoy`un "Hacı Komünist" kitabını yarım ayık kafa ile birbirimize okuyup, gülme krizlerine girdik. Sonunda her gece aynı tondaki otel eğlencelerinden sıkılıp 30 Nisan Salı günü otobüsle 2.5 saatte Havana`ya geçtik. Sevgili Margarita'nın Revolution Plaza'ya komşu evindeki odamıza, "casa particular" a yerleştik. 

İstanbul Esenyurt`ta ve Ankara Çankaya'da büstü bulunan, Küba Devrimci Partisi'nin kurucusu, ünlü ‘‘Guantanamera’ şarkısına da sözlerini veren ulusal halk kahramanı şair Jose Marti`nin anıtı Revolution Plaza meydanında. Jose Marti Kütüphanesi de buraya çok yakın. Ertesi gün uğramayı planlıyoruz, belki de bir iki Nazım Hikmet kitabına rastlarız.

Küba'nın kalbini, ruhunu Havana'nın arka sokaklarında, lokantaların mahzenlerinde, avlularda, beyzbol oynayan çocukların gözlerinde, sokak köpeğini özenle temizleyen teyzenin ellerinde, horozu dahil her türlü malı satmak iseteyen garsonun cebinde bulursun.

Havana - S.Gun 2013

Margarita, yetmişli yaşlarda, yüzünde güller açan bilgi dolu, Küba dış işlerinde üst düzey devlet görevlisi olarak çalışıp dünyayı görmüş, kendi zamanının ilerisinde yaşamış bir kadındı. Küba ve tarihi konusundaki tüm detaylı sorularımızı yorulmadan ayaklı bir ansiklopedi gibi cevapladı. "Nazım adlı bir Türk şairin zamanında Nicolas Guillen'in davetlisi olarak Havana`da bulunduğundan bahsettiğimizde "Hikmet`ten mi bahsediyorsun, kitaplığımda kitabı var" demesi en büyük haz aldığımız noktalardan biriydi.

30 Nisan gecesi Eski Havana`nın meydanına (Plaza Vieja) yakın arka sokaklarında salaş bir restoranın sokak ortasına kurduğu masalarda bir kaç saat boyunca, mekanın sahibi ile bol bira eşliğinde sohbet ettik. Her konudan konuştuk. Genelde Kübalılar Castro yönetimine karşı fikirler söylemekten çekinirler, uzun süreli koyu muhabbet bunun üstesinden gelmiş olacak ki her ayrıntıyı rahatça masaya koyuyorlardı. Gece 11'de yan sokaktan davul ve trompet sesleriyle kalabalık bir grubun şarkıları duyulmaya başladı, şenlik havasında herkes, dans edip şarkı söyleyip ilerliyor, biz de katıldık.


1 Mayıs sabahı yakıcı güneş doğmadan, 5:45 gibi evden çıktık, sokaklar her yaştan insanla dolu. Ana cadde Avenida Passeo'ya çıkan bir sokakta binlerce kişi tıkandık, 1 saat bekleyiş sonrasında ana caddeye geçişimizi açtılar ki, o kocaman caddede yüzbinler olduk.

                                 

Bir milyonun üzerinde insan olmuşuz - başı sonu belli olmayan coşkulu kalabalığın içindeyiz. Her yer Fidel, Jose Marti, Che ve Chavez posterleri ile dolu. Konvoy olarak Jose Marti Anıtı'na doğru yürüdük, orada işçi partisinin önde gelenlerini selamlayrak yola devam ettik.

Jose Marti Meyani, 1 Mayis, Havana - S.Gun 2013

Tören saat onbir civarı bitiyor, lakin 1 Mayıs günleri Küba`da resmi tatil ve Jose Marti Kütüphanesi'ne gitme planımızı tatil sebebi ile ertelemek durumundayız.

Meydan'dan Havana'nın görülmesi gereken mekanlarından olan, 1930'da açılan Hotel Nasyonel'e geçip bahçesinde biraz dinleneceğiz. Yaklaşık dört kilometrelik bir yol fakat sabahın erken saatlerinden beri ayakta durmanın verdiği yorgunlukla bisiklet-taksilerden bir tanesi ile anlaşıyoruz.

13 Mayıs 2013'te Nazım Hikmet'in Küba'ya ayak basmasının 52. yılı, hala Margarita gibi Nazım'ı hatırlayanlar olması ölümsüzlüğün belki de en güzel örneği.

1 Mayis, Havana - S.Gun 2013

Che`nin evine, eski Havana bölgesinde (La Habana Vieja) San Pedro ve Santa Clara sokaklarının kesiştiği köşedeki iskeleden her 15 dakikada bir kalkan vapurlar ile geçmek, zaman ve manzara olarak en verimlisi. Vapura binişlerde sıkı diyebileceğimiz güvenlik önlemleri var, çantalarınız didik didik aranacak. Bunun sebebi ise 2003 de bir vapurun Miami`ye yönlendirilmesi için kaçırılma teşebbüsünde bulunulmuş olması. 

Kısa bilgi: Küba`da iki çeşit peso geçer, turisler için turist pesosu, ve yerli halk için halk pesosu, bu iki pesonun birbirleri ile oranı yaklaşık 1/25. Mösyö D. ile Havana`ya giderken pasaportlarımızı yanımıza almadığımız için bankadan para çekemedik ve çok kısıtlı bir para ile bir kaç gün geçirmemiz gerekti, bu sırada Mösyö D. nin keşfettiği en büyük bilgi, toplu taşıma araçlarına normal peso ile binebildiğimiz oldu. 1 Turist pesosu karşılığında bakkaldan 23 halk pesosu elimize geçti. Vapurun girişindeki biletçiye 1 Küba pesosu verip geçtik.


Casablanca`dan Havana manzarası müthiş, tepeye dogru biraz yürüyüş yapıyoruz, ve işte büyük İsa heykeli gibi bahçesinden tüm şehri gözetleyebilen Che`nin evi!

Evin giriş duvarında yazılı olan: “From now on it would not consider my death a frustration, hardly as Hikmet: I will only take to the tomb the regret of an unconsumed song.“ - Bundan böyle tıpkı Hikmet'in yaptığı gibi, ölümümü rahatsız edici bir olgudan daha fazlası olarak değil, yarım kalmış bir şarkının acısı olarak göreceğim."


Nazım Hikmet, Moskova’da tanıştığı ve onu “Türk kardeşi” olarak benimsemiş şair Nicolas Guillen'ın daveti üzerine (Devrimci hükümetin davetlisi olarak) 1961`in Mayıs ayında, yeni adı “Vaclav Havel” olan, eski Prag Ruzyně Havaalanı'ndan yola çıkıyor ve Havana José Martí Havaalanı'na,  muhtemelen 12 Mayıs Cuma günü iniyor. Nazım-Prag-Havana yazısı bu gezinin ilk parçası olarak başladı.

Tarih konusunda muhtemelen diyorum çünkü kesin bir bilgi olmamakla beraber 13 Mayıs Cumartesi günü Küba gazetesinde Havana da cekilmiş bir resmi ile haber oluyor ve Havana yolculuğu deneyimlerini aktardığı şiirine şu şekilde başlıyor.

Prag Havana uçağı
Küba bale takımını bekliyor
sosyalist şehirlerde dans ettiler altı ay
sıcak denizlerdeki adalardan çığlıklarla kalkan renkli kuşlardılar.



Şiirin devamından anlaşılacağı üzere Prag’dan uçak ilk olarak Santa Maria adasına uçuyor 6 saatte ve geceyi orada geçiriyorlar, Otobiyografi şiirinde de bahsettiği gibi toplam on sekiz saatte Havana`ya geçiyor.

N.Gullien Nazım`ı karşılamaya geliyor ve beyaz bir Cadillac taxi ile şehir merkezine yöneliyorlar. 

ak bir kadillakla gidik havana’ya
otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum
araba değil okyanus
milyoneri miami’ye kaçmış
çarın tahtı geldi aklıma
on dokuzumda kremlin’de üstüne oturup resim çektirdimdi kılıflıydı

Şehire yaklaştıkça Havana`nın sıcak kanlı, esmer çocukları çıkmıştır karşılarına, belki de, Devrim Meydanı`nın (Placio de la Revolucion) önünden geçerek Paseo caddesinden sola döndüler ve Nazım için Ulusal Yazarlar ve Sanatçılar Birliğince ÜNEAC binasında (Ünión Nacional de Escritöres y Artıştaş de Cuba) çok kalabalık ve içten bir karşılama törenine doğru gitmek için.

Aynı yaşlarda iki şairin dostlukları Mayıs`ın sıcak ve bir o kadar da nemli havasında pekişiyor.

1961'in Mayıs'ında Ernesto Che Guevara 33 yaşında, Küba Sanayi / Endüstri Bakanlığı'na atanalı henüz 3 ay bile olmamıştı. Yankee'lerin Domuzlar Körfezi çıkarmasının bozguna uğratılması (Bay of Pigs Invasion) henüz üç haftalık sıcak bir galibiyetti.

Havana - S.Gun 2013

Nazım, iki haftalık Küba gezisi sırasında devrimci hareketlenmeleri sıcağı sıcağına yerinde izlerken Che, emperyalizmin Latin Amerika politikasını tüm gücüyle mahkûm edeceği, Uruguay`da gerçekleştirilecek bir toplantıya hazırlanmaktaydı ve Nazım ile Che ile hiç karşılaşmadı.

Aslında 1960`da Amerika Küba`ya ambargo uyguladığında Che; Çekoslavakya, Doğu Avrupa, Çin, Kuzey Kore, Sovyetler, Doğu Almanya`ya bir gezi düzenlemişti, bu gezi sırasında da karşılaşabilirlerdi. Nazım aramızdan ayrıldıktan üç yıl sonra ise Che Prag`da 66`nın Mart -Temmuz ayları arası yaşadı.  


 Che`nin posteri  ve  Deniz Gezmiş.

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

(Otobiyografi, 11.9.'61 - Doğu Berlin)

Sözünü ettiği “Barış madalyası” 1949'da Nazım Bursa Cezaevi'ndeyken “inci dişli zenci kardeşim kartal kanatlı kanaryam” diye seslendiği dostu Paul Robeson'ın ırkçılar tarafından linç edilmeye çalışıldığını öğrendiğinde O`na hitaben “Korku” şiirini yazdığı ve 22 Kasım 1950`de verilen Uluslararası Barış Ödülü'nü paylaştığı madalya.

Paul Robeson ise benim de Nazım`ın en sevdiğim şiirlerinden birtanesi olan Japon Balıkçısı`na ve Kız Çocuğu`na beste yapmış bir müzisyen, yazar, ve sivil haklar savunucusu, 1950 yılında Nazım`ın serbest bırakılması için başlatılan kampanyaya destek vermiş bir Amerikalı.

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli zenci kardeşim
Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
(Korku, Ekim 1949)

1950 bu ödülün verildiği ilk yıl. Nazım ve Paul Rpbeson dışında 4 isim daha var aynı ödüle layık görülen. Bunlar, Polonya'dan Wanda Jakubowska, İspanya'dan Pablo Picasso, Çekoslovakya'dan Julius Fucik ve sonuncu olarak Ernesto Che Guvera'nın gözde şairlerinden Şilili Pablo Neruda.

Pablo Neruda ve Nazım Hikmet

Nazım'ın Kasım 1950'de Varşova'da toplanan Dünya Barış Kongresi'ne katılmak için yaptığı pasaport isteği geri çevrildiği için, bu ödülü Nazım Hikmet adına dostu Pablo Neruda alıyor.

2 hafatlık gezi sonrasında Havana`dan Moskova`ya geçen Nazım, Saman Sarısı şiirinden bir bölüm:

Küba’dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir
çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
(Saman Sarısı, 1961)

Nazım 3 Haziran 63`te kalp krizi sebebi ile ebedi istirahata kavuşuyor. Dostu Pablo Neruda Nazım`ın ardından Ataol Behramoğlu`nun Türkçeye çevirdiği bu güzel şiiri yazıyor. 

Niçin öldün Nazım?
Ne yaparız şimdi biz şarkılarından yoksun?
Nerede buluruz başka bir pınar ki onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerede bulalım?

Kardeşim,
öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgar kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatılarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklaeını aramıştım gözlerinde
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Pablo Neruda


S.Gun,
Aralık 2013


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.

Dispanserin Bahçesinden Işıltılı Caddelere

Lise çağımdaydım. Evim Balıkesir’deydi. Ailem, arkadaşlarım, tüm yaşantım orada, o küçük ve sevimli şehrin içindeydi. Sevimli olmasına sevimliydi ama, tüm diğer taşra kentleri gibi Balıkesir de insana dört duvar arasında kalmış hissi veren, sınırlı, kapalı bir yerdi. Sanki hayatın bir fragmanını yaşıyorduk orada, gerçeği kentin duvarlarının ötesinde; İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’deydi. Gürül gürül akıyordu da hayat, biz orada öylece duruyor gibiydik, sanki. Her ayın başında, Şan Sineması’nın hemen karşısındaki gazete bayisine büyük bir heyecan içinde koşmamız bu yüzdendi. Tüm dünya, geçmişin ve geleceğin toplamı hatta, sanki yoğunlaşıp tek bir kara deliğe çökmüş ve o da koca evrende gelip bu büfenin önündeki “Yaysat” sepetine düşmüştü. Sinema, Atlas ve Gezi dergilerinin yeni sayıları gelmişse onları hemen raftan kapar, eğip bükmeden, üzerlerindeki naylona dahi zarar vermeden çantalarımıza atar ve evlerimizin, Underground Cafe’nin, yahut bahçesinde saatlerce oturduğumuz hüküm