Ana içeriğe atla

Önemsiz Bir Beyoğlu Hikayesi


Dolmuşlar beni şehrin vahşi kalabalığından kurtarıp eve götürmek için sıraya girmiş bekliyorlardı. Hepsi de birbirinden çirkindi. Sıradan bir günde olsam gidip en öndekine biner, kapıya en yakın boş koltuğa oturur, cebimdeki bozuk paraları kurcalamaya başlardım. 

Öyle yapmadım. Bugün seninle buluşacaktık! Bugün yüz yıllık bekleyişin ardından yeniden seni görecektim. Sarı minibüslerin dizildiği sokağı hızlıca geçip Fransız Konsolosluğu’nun karanlık duvarı boyunca yürüdüm. Saate baktım, daha zamanım vardı. Oyalanmazsam tam zamanında orada olacaktım.

İstiklal Caddesi’ne çıktığımda Taksim Meydanı’na bir an bile bakmadan, onu bir an bile aklımdan geçirmeden sağa döndüm. Araçların altından geçtiği, beton yığınına dönmüş bu meydanı sevmiyordum artık. Üstelik seni son kez burada görmüş; sana son kez burada sarılmış; sen elimden kayıp giderken ne halt edeceğimi bilemeden, son kez, işte tam burada susmuştum ben.

Caddede insanlar ne kadar da çoktu! Hepsi sanki bana bakıyor, gülümsüyorlardı. Ben de onlara gülümsedim. Ağaçlar yoktu cadde boyunca ve Çin’den alınmış ucuz beyaz ışıklar sarkıyordu gerilmiş tellerden. Yine de mutluydum.

Seni görecektim. Ellerini, gözlerini, saçını görecektim. Yüzünün geçen yıllar içinde ne kadar değişmiş olduğunu, dudaklarının nasıl da aynı kaldığını görecektim. Sesini duyacaktım yeniden. Hafızamın derinliklerinden, hangi cehenneme gömülüp gittilerse oradan çekip çıkaracaktım sana dair tüm ayrıntıları. Unuttuklarımı, unutmadıklarımı. İsterse yarın tüm dünya yıkılsın, her şey yok olsun, tuzla buz olsundu; biraz sonra, yıllardır içime atıp yok etmeye çalıştığım şey zincirlerini koparacaktı. Biraz sonra seni görecektim.

Bu gece burada olmasaydım; gitmiş olsaydım çoktan; ya da sen aramamış olsaydın hiç; ya da ikimiz de burada olsaydık da haberimiz olmasaydı birbirimizden; ya da birimize bir şey olmuş olsaydı geçen yıllar içinde; ya da koca bir sanrı olsaydı bu an; bir gün daha yaşayamazdım. Öyle bir şeydi işte. Sana geliyordum.

Bekar Sokak’ın köşesine vardığımda tanıdık sesler duydum. Birkaç kişi, sokağın baş kısmındaki bir meyhanenin önünde oturmuş içiyordu. Yaklaştım, beni görmeyecekleri bir yerde durdum, izledim. Hayatın bir durağındalardı belki, beyin oğlunda yalnızlardı, üç beş kişi.* Hep böyle mutluymuş gibi kalmalarını diliyordu masaki genç şairlerden biri. Özge’nin bu dileğini sarı sayfalı bir edebiyat dergisinin içine hapsolmuş zamana, kazıyarak yazışını izledim. Unutulmaz bir andı, bir kez daha yaşadım. Masada oturan kendime baktım. Zafer’e, Vedat’a, Ulaş’a ve Özge’ye baktım. Sana biraz sonra bunu mutlaka ama mutlaka anlatacaktım.

* Özge Dirik

Vedalaştıklarının farkında olmayan bu insanları masalarında bıraktım, yoluma devam ettim. Pek çok tanıdık yüz görüyordum caddede. Geçmişten bugüne uzanan, ömrüme değip geçmiş yüzlerdi bunlar. Durup konuşuyorduk kimiyle, nerelerdesin şimdi, diyorduk; hiç görüşemedik, diyorduk; mutlaka arayacağım, diyorduk. Biz aslında ne kadar da çoktuk!

Ağa Camisi’nin sokağına geldiğimde, eskiden seninle de gittiğimiz bir kafe olduğunu anımsadım bu sokağın içinde. İsmini düşündüm, bulamadım. Eskiden ne çok yer bilirdim buralarda. Şimdi Beyoğlu’ya her gelişimde başka bir şehre gelmiş gibi oluyorum. Başka insanların Beyoğlu’sunu adımlıyorum artık. Benimki eskide kaldı. Ama biliyorum ki, biliyorsun ki, vardı.

Çirkinlikten yıkılacak gibi duran kocaman alışveriş merkezinin yerinde ne vardı eskiden, diye bir kez daha düşündüm önünden geçerken. Seninle cadde üzerinde, bir vitrinin önünde oturup gelen geçeni seyrettiğimiz, bira içtiğimiz günler geldi aklıma; gelip bize bir avuç kabak çekirdeği veren yaşlı amca geldi. İşte böyle biri vardı dünyada, lamı cimi yoktu, görmüştük ikimiz de. Dünya ne kadar kötü bir yer olabilirdi ki?

Kısa bir süre durup alışveriş merkezine baktım. Bugün dört bir yana beyaz ışıklar saçan Demirören’in yeri miydi acaba bizim yerimiz? Öfkeyle doldu içim. Başımı sol yana çevirdim, yürümeye devam ettim.

Bir uçak hareket etti o sırada, Atatürk Havaalanı’nda. Pistin başında gerildi, gerildi; bir ok gibi saplandı kara gecenin içine. Toronto çok uzaktı ve üstelik en soğuk, en karanlık yerindeydi gökyüzünün. Geleceklerine sıkı sıkı sarılmıştı yolcular, geçmişleri yoktu çünkü. Daha evden çıkmadan, benzin döküp üzerine yakmışlardı dünü. İyi ki o uçakta değilim, diye düşündüm. İyi ki İstiklal Caddesi’nin bu kırık dökük taş döşemelerine basıyor ayaklarım. İyi ki şimdideyim, iyi ki buradayım. İstanbul’dayım, sana geliyorum.

Serkldoryan

Yerinde yeller esen, duvarları dururken içi boşaltılan, sineması kanatlanıp üst kata uçan Serkldoryan’ın önünden geçerken bunları düşünüyordum. Yanımdan geçen biri omzuma çarptı, canım yandı. Baktım, genç bir adam, zayıfça. Elinde kocaman bir şey taşıyor:

- Özür dilerim, biraz ağır elimdeki.

Dikkatlice baktım tuttuğu hantal, kabloları sarkmış antika dia makinasına. Öyle büyük bir heyecanla taşıyordu ki onu, kızamadım adama. Her kime aldıysa bu eski püskü hediyeyi, yıllar geçse bile onu atmasın, saklasın, kendini hatırlatan bir anı parçacığı olarak muhafaza etsin istiyordu, belli ki.

- Olsun, dedim.

Sürdürdüm yürümeyi. Gelip geçen günlerin soğuğunu bir çırpıda silip atabilecek, hiç içilmemiş bir fincan kahve vardı geçmişimde. Havadaki kahve kokusunu duydum, onu anımsadım. Başında kasketi, koltuğunun altında Kuzey Yıldızı dergisiyle yürüyen Attila İlhan’ı görmeseydim, daha uzun uzun o kayıp fincanı düşünecek, üzülecektim. Yanımdan geçerken göz kırptı İlhan:

- Şiirini okudum, dedi.

- Nasıl buldunuz?

- Berbat. Daha kırk fırın ekmek yemen lazım.

Heyecandan dilim damağım kurumuştu, bir çocuk gibi sevinçliydim. Ellerimi ceplerime soktum, olmadı, ellerimi ceplerimden çıkardım. Yine olmadı. Ben biraz sonra sana Attila İlhan’ı gördüğümü anlatacaktım!

Sonra dedemi gördüm. Arkadaşım, dostum, kardeşim olan dedemi. Bir elinde Cumhuriyet gazetesi vardı, Mephisto’nun önünde beni beklerken hem gazete okuyor hem de Brenna MacCrimmon’ı dinliyordu. Eliyle hafif tempo tutuyor, ne de güzel gülümsüyordu. Dünya böyle bir adamı yitirdi. Sen, böyle bir adamı yitirdin. Onu artık hiç tanıyamayacağını, onun seni hiçbir zaman bilemeyeceğini, seni ve beni karşısına oturtup “Anlatın bakalım kefereler” diyemeyeceğini düşündüm. Küçükken bana “Hiç Sait Faik okudun mu?” diye soruşunu anımsadım. Biraz önceki neşem uçtu, gözlerim yandı. “Sen içeride kitaplara bak Ali Dede” dedim, “Bak birazdan kimi getireceğim sana”. “Haydi oradan eşkıya” dedi, kayboldu gitti.

Galatasaray Lisesi’nin bahçesinde çocuklar toplanmıştı. Şenlik gibi bir şey vardı, Derya Köroğlu’nun sesini duydum. Şimdi sırası değildi, durmadım. Hayatta kimseye anlatmadığım, anlatmak istemediğim, yıllardır biriktirdiğim o kadar çok şey vardı ki. Durup beni dinleyecektin. Gözlerin beni dinleyecekti. Ben, yalnızca seni duyacaktım. Derya Köroğlu da diğer herkes gibi pekala bekleyebilirdi, beklesindi. İnsanlara çarpa çarpa, geçmişi kıra döke koşuyordum.

Sözleştiğimiz gibi, Tünel Meydanı’na gelmek üzereydim. Elim ayağım tutmaz haldeydi. Mideme sancılar giriyordu. Şu köşeyi dönmeden ölmeyeyim, diyordum. Bir sokak çocuğu önümü kesti. Yanından geçecek oldum, “Amca!” dedi. Ne amcası ulan? Amca babandır!

- Amca dur gitme.

- Ne var len, neden?

- Bir gül alsana be amca!

Hay senin amcana. Cüzdanımda ne var ne yoksa önüne serdim. Gözleri ışıl ışıldı. Bir tane gül aldım. Daha önce sana hiç çiçek alıp almadığımı anımsayamadım. Köşeyi dönmek üzereydim artık. Üstümü başımı düzelttim, son zamanlarda saçım biraz seyrelmişti, bunu düşündüm.

Sonra yürüyen, uyuyan, gülen bütün insanlar; geceye yayılan bütün ışıklar, karanlığı yaran bütün uçaklar, bütün minibüsler, Kamil Koç’lar, seyyar satıcılar, beynimin kıvrımlarında dönüp duran bütün elektronlar durdu. Tramvay durdu. Otuz iki yaşım durdu. Sen durdun.

Geldim ben.

Yoktun.

Özgün, 
Kasım 2013



Yorumlar

  1. Ah Özgün! Ne orada durabildim ne burada kalabildim!... Sağol kardeşim.... Ulaş

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Barbados Sokakları

Aslında bu tatil 2012'nin Aralık ayının ilk haftasında gerçekleşti. Fakülteden yakın arkadaşımın Barbados'ta düğünününe davetliydik. Bu davet, Karayip Denizi'nde arkadaşlarla beraber keyif yapmak, Ottawa'nın buz tutmuş yollarından, kasvetli havasından bir haftalığına uzaklaşıp, ruhumuzu dinlendirmek ve uzak ufuklara açılmak için mükemmel bir fırsattı. ( Ottawa 'da kalsaydık, henüz snowboard/ski sezonu da açılmamış olacağından, sönük bir hafta olacaktı) Görmediğimiz yerlere karşı her zaman büyük bir tutkumuz var. Aslına bakarsan sen gelmeden Dünya turunu da aradan çıkartmay ı  planlıyoruz. Aziz Augustine'in dediği gibi " Bu dünya bir kitap ve gezmedikçe sadece tek bir sayfayı okuduğunla kalırsın ". Gibbs Beach - S.Gun 2012

Kar Ülkesinin Başkenti Ottawa

Ottawa - Lebraton ve Parlamento Ne ilginç şu şehir! Keçiboynuzu gibi, sekiz ay kar içinde bekliyorsun ki dört aylık yaz gelsin. Kutup ayısı misali kış uykusuna yatmadan, ya da sıcaklık donma derecesinin altına düştügünde artık kalbi atmayan, hareket etmeyen, soluk almayan, yani tüm beyin faaliyetleri durmuş olan ve bir buz kütlesi içinde bahara kadar donmuş bir şekilde güneşi bekleyen Kanada orman kurbağası (*Rana sylvatica) gibi hiç degil. Eğlenip güle güle geçiriyoruz sekiz aylık az güneşli ama kar beyazdan aydınlanan günleri.

Vancouver Git Başımdan Ben Sana Göre Değilim

Vancouver gezisinde kenara not aldığım bilgiler boşa gitsin istemedim ve ham bilgi olarak ekledim. Detayl ı  deneyimlerimizi aktard ı ğı m ı z  Vancouver yazı dizisine ise bu linkten ula şabilirsiniz.  Belki de Vancouver tam size göre bir şehirdir. Vancouver git başımdan ben sana göre değilim.  Ümitsizliğimi olsun anlasana  hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Svalbard: Kuzey Kutbu'na Beş Kala

Kuzey ne demek? En fazla ne kadar kuzeye gidebilir insan? Peki en fazla ne kadar kuzeyde sürekli yaşayabilir? Peki ne sebeple? Dünyanın en kuzeyinde, üzerinde insan yerleşimi olan son ada Svalbard. 2500 insan ve 3500 kutup ayısı tarafından paylaşılan, ıssızlığın somut-coğrafi karşılığı. Zannımca dünyanın en güzel ülkesi olan Norveç'e ait. Ama öyle bir duruşu var ki hiç bir aidiyeti üzerinde taşımıyor. Belki biraz kutup ayılarına ve foklara meyilli. Ama asla insana değil.