Türk Hava Yolları’nın İstanbul uçağının içinde, kemerler takılı, bir saatten fazla uslu uslu kalkışı bekledikten sonra nihayet o büyük an geldi ve havalandık. Bir de tabi havada geçecek olan saatler var.
Malum yol 3 saat 15 dakika. Her zaman yaptığım gibi, ortasında uyusam da üzülmeyeceğim bir film açtım ve yarı uyur yarı izler filmi bitirdim. Sonra da umutsuzca biz yolculara sunulan ıvır zıvırlar arasında dolaşmaya başladım. Elimde kumanda, oraya gir buradan çık, o açıldı, bu açılmadı derken, kendimi Avustralya’yı konu alan bir belgeseli izlerken buldum. Dakikalar içinde belgesel git gide daha da ilginç bir hal almaya başladı. Avrupa’ya senede en az 10 kez seyahat eden biri için Avrupa'nın yakınlık ve konforuna alışmışken, açıkçası Avustralya biraz uzak ve zor görünüyor. Özellikle de doğası, coğrafi görünüm ve özellikleri bana çok yabancı, hiç bilmediğim bir dünya. Her şeyi ile başka bir gezegen sanki.
Dediğim gibi belgesel ilerledikçe konular ilginçleşmeye başladı. Özellikle okyanusun öfkeyle kabardığı bir gün dalış için çocukluğundan beri gittiği Viktoria Portsea yakınlarındaki Cheviot sahiline giden ve bir daha geri dönmeyen Avustralya'nın 17. Başbakanı Harold Holt'un hikayesinidinledikten sonra, Avustralya'lıların da çok farklı coğrafyalarda ve iklimlerde olmalarına rağmen Yunanlılar gibi su ve deniz insanı olduklarına karar verdim.
Geleneksel usülde Türk yemeği sunan restoranlarda, tereyağ ve peynirle birlikte önden gelen kabarık, içi boş, sıcak bir pideye benzeyen ve kimselerin kolay kolay ulaşamadığı Kafatası Adası'nda yaşayan ve artık evrile evrile yeni bir tür halini alan kertenkelelerden sonra Melbourne’e 1,5 saat mesafede bulunan Phillip Adası'na geldik...
Phillip Adası'nın hikayesi beni durup dururken hiç beklemediğim şekilde etkiledi. Hikaye tüm ülkelerin Çevre Bakanlıkları'nın ders alması gereken türden. Hatta bu bakanlıklarda bulunanların, politikacıdan önce "insan" olduklarını hatırlayıp insanlık dersi çıkarabilmeleri için müthiş bir fırsat.
Phillip Adası'nın hikayesi beni durup dururken hiç beklemediğim şekilde etkiledi. Hikaye tüm ülkelerin Çevre Bakanlıkları'nın ders alması gereken türden. Hatta bu bakanlıklarda bulunanların, politikacıdan önce "insan" olduklarını hatırlayıp insanlık dersi çıkarabilmeleri için müthiş bir fırsat.
Hikaye şöyle başlıyor...
Avrupalılar buraya ilk ayak bastıklarında sene 1798. Ada’da o sırada Aborijin, Bunurong halkı yaşıyor. Avrupalıların adaya taşıdıkları türlü türlü mikroba karşı bağışıklığı olmayan bu naif halk, trajik bir biçimde yok olmaya başlıyor. Sağ kalanlar da zamanla adayı terk ediyor. Geriye, evvelden beri birlikte yaşadıkları ve adanın aslında gerçek sahibi olan "Küçük Penguenler" kalıyor. “Küçük Penguenler”, ya da bilinen bir diğer adıyla "Peri Penguenleri" penguen türünün en küçükleri. Boyları 33cm’yi geçmiyor.
Avustralya'nın yeni sahipleri olan Avrupalılar, zamanla Phillip Adası'nda tarım ve turizmle uğraşmaya başlıyor. İşler iyi gittikçe de çoğalıyorlar. Penguenler ise ezelden beri yaptıkları gibi, sabah okyanusa açılıyor, gece ise toplu halde evlerine dönüp yavrularını besliyorlar. Fakat zamanla, gece döndükleri evlerinin yerinde insanların evlerini ve arabalarını buluyorlar. Yine de Tanrı'nın kendileri için belirlediği döngü içerisinde gide gele yaşamaya devam ediyorlar. Fakat bu bazılarının hoşuna gitmiyor...
Adanın yeni sahipleri, kadim sahiplerinin, evlerinin yakınına yuva yapmalarından, bahçelerindeki kutu benzeri eşyalara yumurtlamalarından, geceden sabaha, durmadan bağırmalarından rahatsız olmaya başlıyor. Bu rahatsızlık zamanla nefrete dönüşüyor ve adanın yeni halkı penguenlerden kurtulmaya karar veriyor. Bir soykırım başlıyor. Gözü dönmüş insanlar bir seferde arabayla ne kadar çok penguen ezebileceklerini sınıyorlar.
Ve nihayet bir gün Avustralya'nın iyi insanları harekete geçiyor...
Gözünü kan bürümüş insanoğlu karşısında kendilerini koruyacak kimsecikleri olmayan Peri Penguenlerine Avustralya Devleti sahip çıkıyor. Victoria Hükümeti, 1970’lerde başlayıp, 1989 enesine kadar, penguenlerin yaşadığı Summerlands’de bulunan tüm evleri ve arsaları insanlardan satın alıyor ve topraklarını kadim sahiplerine, Peri Penguenleri’ne geri veriyor. Bölge “Phillip Adası Doğa Park”ına teslim ediliyor.
Bugün Phillip Adası'na her yıl 3 milyon turist, bu güzelim canlıların, her gece bir şölene dönüşen geçişini izlemek için akın ediyor. Penguenler son derece kendinden emin, minik minik koşarak plajı aşıp, yuvalarına ulaşıyor. İnsanlar da bu binlerce yıllık gösteriyi, plaja yerleştirilmiş sıralara oturmuş, adeta büyülenmiş izliyor. Doğal yaşamı korumanın, Avustralya turizmine, dolayısıyla da, ekonomisine katkısı inanılmaz boyutlarda.
Doğaya ve sanata önem vermeyen toplumlar ve onların seçtikleri hükümetler, bir gün gittiklerinde, kendilerinden geriye hiç bir şey kalmayacağını bilmeliler.
Doğasına ve hayvanlarına sahip çıkmayan, asıl zenginliklerinin bunlar olduğunu göremeyen ülkeler, hem ellerindekini kaybediyorlar hem de kültür üretemiyorlar. Çünkü bugün artık sahip çıktığın ve üretmeye devam ettiğin “kültürün” kadar varsın. Sanatın, doğan, hayvanların yoksa sen de yoksun. Umarım çok geç olmadan bizde de bu doğa bilinci ve sevgisi yerleşir ve adımlar bu süzgeçten geçerek atılır.
Doğasına ve hayvanlarına sahip çıkmayan, asıl zenginliklerinin bunlar olduğunu göremeyen ülkeler, hem ellerindekini kaybediyorlar hem de kültür üretemiyorlar. Çünkü bugün artık sahip çıktığın ve üretmeye devam ettiğin “kültürün” kadar varsın. Sanatın, doğan, hayvanların yoksa sen de yoksun. Umarım çok geç olmadan bizde de bu doğa bilinci ve sevgisi yerleşir ve adımlar bu süzgeçten geçerek atılır.
Itır Lir Tan
Sanat Tarihçi, Müzeci
Yorumlar
Yorum Gönder