Serin bir Ekim sabahı gün daha doğmamışken, İstanbul'un henüz sararmaya başlamış taze sonbahar yaprakları altındaki daracık bir sokağındayım. Kargalar ötüyor ağaçların üzerinde, başka herhangi bir ses duyulmuyor. İnsana yolculukları sevdiren; tüm ömrünü macera ile, sıra dışı deneyimlerle doldurma arzusu veren bir sabah bu. İçinde bulunduğum tüm sahte (!) gerçekliklerden sıyrılıyorum. Taptaze havayı içime çekiyor ve yola koyulmak üzere ilk adımlarımı atıyorum...
Anahtarı çevirdiğimde 1971 model Volkswagen kaplumbağa kükreyiveriyor. Tüm kargalar susup bu yorgun motorun sesine kulak veriyorlar. Bir Richard Bach kitabındayım sanki. Pervanesi her an duracakmış gibi homurdanarak çalışan biplanımla California çayırlarının üzerinden uçacağım. Motorun sesi, kulaklarımı yalayan sabah rüzgarı ve başarmışlıklarımdan aldığı güçle geleceğime gülümseyen; bana koşulsuz güven duyan içimdeki çocukla baş başayım...
Kargalar alışıyor motor sesine, yeniden şarkılarına dönüyorlar. Gaz pedalına dokunuyorum.
Uçuyorum...
Dört günlük kurban bayramı tatilini bahane edip ömrümün bir bölümünü geçirdiğim coğrafyaya gidiyorum. Balıkesir, Edremit, Akçay, Ayvalık... Yenikapı'dan arabalı feribotla Bandırma'ya geçiyorum. Bandırma Balıkesir arası 90 kilometre civarı. Modern bir araçla yaklaşık bir buçuk saatte alınacak mesafeyi emektar Volkswagenim ile iki saat onbeş dakikada alıyoruz. Yokuşlardan inerken şahlanıyor, tırmanışlarda nefes nefese kalıyoruz. Yolumuzun hatırı sayılır kısmı bölünmüş yol. Geliş ve gidiş ayrı yollardan sağlanıyor. Bu sayede, yokuş çıkarken saatte 40 km'yi gösteren hız ibresine arkamda uzayıp duran sıkıntılı bir araç konvoyu olmaksızın, gönül rahatlığıyla gülümseyebiliyorum.
Bu hızla giderken, insan düşünecek pek çok vakit buluyor doğrusu!
Eskiden bir kent insanı olduğumu sanırdım. Komik! Asıl sevdiğim ve merak ettiğim şeyin kentler değil; içlerinde, derinliklerinde sakladıkları sessiz, huzur dolu ve mütevazı yaşamlar olduğunu biliyorum şimdi. Sokaklarında gezdiğim yer ister Stockholm olsun ister Gömeç, sarı lambalarla aydınlanan gizemli pencerelerden içeri hızla göz gezdirir, evlerin kapılarına alışılmışın dışında uzun uzadıya bakar ve uzakta oturmuş düşünen yahut oltasını sarkıtmış balık bekleyen nicelerini tatlı ve dozunda bir merakla incelerim. Sonra onları alır, kendi kentlerinin sokak lambalarından, ağaçlarından, binalarından oluşan bir fonun önüne yerleştirir, fotoğraflarını çekerim. Kimi zaman fotoğraf makinem ile, kimi zaman bir kağıda karaladığım üç beş sözcük ile, kimi zaman da salt düşüncelerimle yaparım bunu.
Saatte 80 km hız, emektar Volkswagen için belirlemiş olduğum en yüksek sürat. 90'a çıkınca hem homurdanmaya başlıyor hem de sürücüsünü ürkütecek bir hız algısı yaratıyor. Kontrol sorunu yok, ancak yine de temkini elden bırakmamakta fayda var. Camdan içeri süzülen görüntülerin ve yarattıkları türlü düşüncelerin arasında savrulurken hız sınırını biraz aşmış olacağım ki, sağ ayna rüzgar nedeniyle içeri doğru kapanmış. Tam da Balıkesir'in girişindeyiz. Burada bir kaç dakika durup kendimize çeki düzen vermeliyiz...
İlk Durak: Balıkesir
Ben liseyi Balıkesir'de okudum. Üniversite yıllarım sırasında ve sonrasında da sıklıkla yolum düştü Balıkesir'e. Buraya sayfalar dolusu Balıkesir öyküsü yazabilirim aslında. Ama ben, kenti yaklaşık 4 yıl aradan sonra ilk kez ziyaret ettiğimde bende uyanan duygulara değinip bu bölümü hızla geçmeyi tercih edeceğim.
İstanbul nasıl da insanı alıp yutuveren bir dev! İşte bunu düşündüm Balıkesir'in o bildik sokaklarını adımlarken. Ben başka bir ben olmuşum. Uğraşlarım, hayallerim, işim gücüm... Her şeyimle nasıl da kopmuşum eski benden.
Bizler, ev olarak İstanbul'u seçenler, sanki tüm dünya İstanbul'dan ibaretmiş ya da evrenin merkezi burasıymış gibi büyük bir yanılgı içindeyiz. Küçük, sessiz sakin sokaklarına, kendi halinde öylece duran binalarına baktım uzun uzun bu eski dostun. O tablonun içinde var olan, evleri olarak bu kenti seçmiş modern insanları süzdüm. Şimdi ben kalkıp buraya yerleşsem, dedim.. Olmaz..O olmazı, neden olmayacağını, bunun da bir yanılgı olup olmadığını.. Yaşamı ve ondan ne beklediğimi.. Bunları düşündüm işte Balıkesir'de; oldukça özenerek sessiz ve dilsiz kentin bana benzeyen sakinlerine...
Ve geçip gittim, bir kez daha. Körfeze doğru!
Kaz Dağları'nın Kalbindeki Köy: Mehmetalan
Yola çıkmadan önce internette epeyce araştırma yaptım. Amacım belliydi: Kaz Dağları'na gitmek. Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak ve bir kaç gün orman havası solumak istiyordum. Bu süreçte karşıma çıkan butik otellerin hemen hepsi Çanakkale il sınırındaki Küçükkuyu'ya bağlı Yeşilyurt Köyü'nde idi. Bu otellerin insanın iştahını kabarttığını itiraf etmeliyim. Ancak yer ayırtmak için telefon ettiğimde gördüm ki, bayrama özel konaklama paketleri hazırlanmış ve fiyatlar neredeyse ikiye katlanmış.
"Ben yalnızca üç gün kalmak istiyorum" diyorum; "Olmaz, paketimiz dört günü kapsıyor." diyorlar. Benim gibi esnekliği seven turistler için oldukça itici bir kampanya! Üstelik dört gün için istenen ücretler de akla durgunluk veriyor. Alternatif bir tatil hayal ederken karşımıza çıkan Yeşilyurt Köyü, "alternatif" olma özelliğini çoktan yitirip bir turizm merkezine dönüşmüş anlaşılan. Onu bu şımarıklığı ile yalnız bırakıyor ve başka seçenekler aramaya koyuluyorum. İşte böyle keşfettim Mehmetalan Köyü'nü..
Misanlı Otel'den Mehmetalan Köyü'nün görünüşü |
Mehmetalan, Akçay'ın dağ tarafında. Akçay'a komşu Zeytinli beldesinde sırtınızı denize verip de Kaz Dağları'na doğru bir kaç kilometre ilerlediğinizde önce Zeytinli köyü çıkıyor karşınıza. Köyün içinden geçip dağa doğru üç kilometre daha giderseniz bu kez Mehmetalan Köyü karşılıyor sizi. Yol boyunca pek anlamıyorsunuz ama köye vardığınızda geriye doğru bakarsanız, deniz seviyesinden oldukça yükselmiş olduğunuzu fark ediyorsunuz.
Burası 156 haneli bir köy. Köy civarında pek çok çadırlı konaklama alanı mevcut. Kaz Dağları Milli Parkı'na giden yol köyün içinden geçiyor. Bu da, Mehmetalan'ın gözlerden uzak kalmasını engellemiş. Zira sürekli dağa doğru safari turuna çıkan offroad araçları ile karşılaşmak olası.
Zeytin ağaçları ile çevrili ve geçimini büyük ölçüde zeytincilik yaparak sağlayan köyde tek bir butik otel var. Mehmetalan Köyü henüz çevredeki diğer köyler gibi turistik bir merkeze dönüşmemiş. Gerçek bir köy var burada. O yüzden, konaklamak için burayı seçtiğim için mutluyum.
Misanlı Otel, köyün tam ortasında. İç avlusu olan, küçük sayılamayacak sevimli bir köy evini otele dönüştürmüşler. Dört odası ile hizmet veren otel oldukça cana yakın bir aile tarafından işletiliyor. Özellikle odaların temizliğinden ve sabah sunulan kahvaltının zenginliğinden oldukça memnun kaldığımı belirtmeliyim.
Şımarık Yeşilyurt
Tamam, farkındayım. Biraz fazla yüklendim Yeşilyurt Köyü'ne. İşte bu yüzden durumu biraz olsun dengelemek için böyle bir köşe açmaya karar verdim. Bir görelim bakalım ne imiş ne değilmiş bu köy.
Çanakkale tarafından gelirken Küçükkuyu'ya girmeden hemen önce yolun sol tarafından ayrılıp dağa doğru tırmanan dar bir yol var. Hemen önüne "Yeşilyurt Köyü" tabelasını dikmişler ama sapağı kaçırmak olası. İlk kez giderken biraz dikkatli olmakta fayda var. Yokuşu tırmanınca kendinizi bir anda köyün meydanında buluyorsunuz.
Evet, itiraf ediyorum: oldukça sevimli bir köy burası. Turizm önemli bir geçim kaynağı olduğundan beri tüm köy evleri elden geçmiş. Hiç bir şey yapılmadıysa, kırmızı tuğlalar sarıya boyanarak diğer köylerde görmeye alışık olduğumuz o sevimsiz görüntü yok edilmiş. Demek ki bir şeyleri başarmak o kadar da zor değil, diye düşünüyor insan ister istemez.
Köyün içinde gördüğüm her iki yapıdan birinin otel olması elbette şaşırtmıyor beni. Dört bir yanda otel ve pansiyonlara giden yolları işaret eden levhalar var. Bir otel-köy burası!
Benim konakladığım Mehmetalan Köyü'nde köy kahvesi dışında çay içilecek, yemek yenilecek bir yer yokken Yeşilyurt Köyü'nde durum oldukça farklı. Köyün her köşesinde birbirinden renkli kafeler ve restoranlar var. Tüm gününüzü çevredeki gezilip görülecek yerlerde geçirdikten sonra akşam köye döndüğünüzde bir yorgunluk kahvesi içeceğiniz pek çok mekan var burada.
Hazır yeri gelmişken, bu köyü ziyaretim sırasında pek sevgili tosbağamın bana ettiklerinden de söz etmeliyim. Kendisini bir çay içmek için köy meydanındaki yokuşa park etmiştim ki, kırk yıllık arabanın el freni elimde kalıverdi! Gezimin sonuna yaklaşmışken bu beklenmedik sürpriz beni biraz gerse de; yarım saatlik bir çaba ile, el freni mekanizmasının mantığını çözmek, sorunu teşhis etmek ve yerinden çıkan dişliyi yeniden yuvasına oturtmak mümkün oldu. Bu küçük tamir başarısından sonra üstüm başım yağa bulanmış halde içtiğim bir bardak çayın tadını varın siz düşünün!
Eskiden deniz kıyısına dek zeytinliklerle kaplıymış her taraf. Zeytinli Köyü'nün eski sakinleri, denize uzak ve verimli zeytinlikleri oğullarına miras bırakırken deniz kıyısındaki görece verimsiz ve kullanışsız arsaları kızlarına vermeyi uygun görmüşler. Ama zamanla bölgede yerleşim artmış ve turizm başlamış. Bugün deniz kıyısındaki arsalarına binaları diken kız çocuklar köşeyi dönmüş. Erkek kardeşleri de dağdaki zeytinliklerde üç kuruş para kazanabilmek için çalışır dururmuş..
Bu coğrafyada nereye baksanız zeytin ağaçları çarpıyor gözünüze. Buralara kadar gelmişken zeytin almadan dönmek olmaz diyor ve daha önceden de zeytin ve zeytin yağı aldığımız Tepeli'ye uğruyorum. Ayvalık'a varmadan, Gömeç'e bağlı Karaağaç beldesinde yol kenarındaki dükkanda zeytin namına ne ararsanız var. Zeytinler, zeytin yağları, sabunlar... İçeri ilk kez adım atarken, ne kadar uzun zaman geçireceğinizi kestiremiyorsunuz. Acele etmeden, zeytinlerin tadına bakarak ve hatta eşe dosta hediye edilebilecek türlü ürünleri inceleyerek bir saate yakın zaman rahatlıkla geçirilebilir burada.
Benim uzun zamandır siparişle peynir aldığım bir mandıra var, Burhaniye'de. Buraya kadar gelmişken Gediz Mandıra'nın dükkanını bulmaya ve tadına doyamadığımız peynirlerinden yüklü bir miktar satın almaya niyetliyim.
Burhaniye'de, ana cadde üzerine elimle koymuş gibi buluyorum Gediz Mandıra'nın dükkanını. Cana yakın bir atmosferi var, tam beklediğim gibi. Özellikle tulum peynirine hayran olduğum markanın tüm ürünlerini burada bulmak ve uygun fiyatlara satın almak mümkün.
Burhaniye'de Gediz Mandıra'nın üzerinde bulunduğu cadde |
Zeytin ve peynir stoklarımızı doldurup yola devam ediyorum. Bu arada, Burhaniye'nin girişinde ve çıkışında yer alan tabelalar dikkatimi çekiyor. Bunlardan birinin üzerinde "Tarih, doğa, deniz... İşte Burhaniyemiz" yazıyor. Bu sloganın bir benzeri de Burhaniye'ye yaklaşık 15 km mesafedeki Gömeç'in girişinde çıkıyor karşımıza: "Atatürk kayalıklarımız, denizimiz, zeytinimiz... İşte Gömeçimiz". Bu kardeş ilçelerden hangisi diğerinden esinlenmiş bilemiyorum ama ellerindeki değerleri peş peşe dizerek, sonuna da minik bir kafiye ekleyerek yarattıkları bu pazarlama çalışmasına bayıldım doğrusu...
Burhaniye, potansiyel turist adaylarını çekmek için yalnızca şiirin gücünden faydalanmıyor. Kent girişinde yer alan bir diğer tabelada da "Kuvvacılar memleketi, ışık sahili Burhaniye'ye hoş geldiniz" yazıyor. Kentin, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yeni bir ordu kurulana dek Ege kıyılarına çıkan Yunan askerine direniş gösteren grupları, Kuvayi Milliye ruhunu anıyor olması beni hem şaşırttı hem de duygulandırdı.
Böylece özetleyebilirim herhalde üç günlük bir gezinin izlerini. Yolculuklarda nasıl da kendisiyle baş başa kalıyor insan. Geleceğe dair atacağı adımların hesabını geçmişle, bugünle ve kendisiyle baş başa kalarak yapma olanağı buluyor.
Yaşlı bir arabaya atlayıp, homurdanan ama teklemeden çalışan motorunun yardımıyla geçmişe doğru gidip çocukluğuma ve ilk gençliğimin izlerine dokundum.
Şimdi, uzaklara gidiyorum.. Yeniden..
Özgün
Ekim 2012 - İstanbul
Şimdi, uzaklara gidiyorum.. Yeniden..
Özgün
Ekim 2012 - İstanbul
köyüü ne güzel anlatmışsınız
YanıtlaSil